Gülay Özkan: Efendim merhabalar. Ben Gülay Özkan. Farklı Bakış’ın çeşitli bölümlerinde gelecek temalı birçok program yaptım. Bu hafta da ekonomilerin en yeni ve önemli odaklarından biri olan biyoloji konusunda bir program yapmak istiyorum.
39.Bölümde Prof. Dr. Kemal İnan biyolojiyle teknolojinin birleşimi “biotech”in geleceğin en önemli alanlarından biri olacağını söylemişti. Bu konuya daha geniş bir perspektiften bakmak için bugün çok değerli bir konuğum var. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Seyhun Solakoğlu.
Seyhun Bey hoş geldiniz.
Hoş bulduk.
Geldiğiniz için çok teşekkür ederim. Böyle programlara çok çıkmadığınızı biliyorum ama biyoloji Farklı Bakış’ta çok önemsediğim bir konu. Bugün sizinle bu konunun insani boyutunu konuşuyor olacağız. Öncelikle biyoloji deyince ne anlamalıyız? Nasıl bir alanı kapsıyor, bize anlatabilir misiniz?
“Biyoloji” eski Yunancada bios (yaşam) ve logos (bilim) sözcüklerinden geliyor. Dolayısıyla “yaşam bilimi” demek. Bu açıdan bakılırsa, biyoloji; yaşamsal işlevleri kendi içinde barındıran sistemleri inceleyen çok geniş bir bilim dalıdır diyebiliriz. Biz biyoloji alanını sadece insanla sınırlı tutmuyor, dünyadaki tüm yaşam biçimlerini inceliyoruz. Bu yüzden de çok keyifli bir alan.
Biyoloji, gıdaların genetiğiyle oynanmasından tutun da, “printed food” denilen üçboyutlu yazıcılarla organlar yapılmasına kadar birçok alana uyarlanabiliyor. Ben bu programda, sizin de çalışma alanınız itibariyle biyolojinin insan tarafına odaklanalım istiyorum. Histoloji ve embriyoloji ana bilim dalındasınız. Bu alanlar hakkında bize bilgi verebilir misiniz?
Histoloji ve embriyoloji temel tıp branşları içinde yer alan ana bilim dallarından biri. Dokuyla uğraşıyor. Tıp alanında çalıştığımız için insan histolojisi ve embriyolojisi olarak faaliyet gösteriyoruz. Dokuyu oluşturan bileşenler bütün memelilerde hemen hemen aynıdır. Dört ana doku var. Biz bu dokuları oluşturan hücrelerin, organ ve sistemlerin nasıl çalıştığını da işin içine katarak, biraz fizyolojinin, biraz biyofiziğin, biraz da biyokimyanın alanına girerek daha çok morfolojik, yani şekilsel düzeyde ilişkilerini inceliyoruz.
Son dönemde DNA analizleri ve gen dizilimleriyle ilgili birçok haber duyuyoruz. İki hafta önce DNA’ya editing yapılarak bazı hastalıkların önüne geçilebileceğini ve mutasyonların düzeltilebileceğini müjdeleyen haberler okudum. Daha geniş bir perspektiften bakarsak biz bu araştırmaların neresindeyiz? Daha önce konuştuğumuzda bu haberlerin PR amaçlı yapıldığını söylemiştiniz.
Bu konuda o kadar sert ifadeler kullanmak istemem. Şu anda DNA yaşamın temeli diyebiliriz, çünkü yapı taşlarını oluşturan bütün şifreler ve kodlar orada barındırılıyor. DNA üzerindeki araştırmaların ışığında, doğru zamanda, doğru müdahalelerle bazı sorunları çözme yolunda olumlu adımlar atıldığını söyleyebiliriz. Watson ve Crick tarafından DNA çift sarmalı modelinin ortaya konması bu araştırmaların dönüm noktasıdır. Sonrasında da 1990’dan başlayıp 2003’te biten İnsan Genom Projesi’yle çok önemli bir mesafe kat ettik. Farklı insanlardan alınan DNA örneklerinin parça parça birleştirilmesiyle ortaya konulan bu model sayesinde insan genomunun kaç genden oluştuğunu ve -bizim ana bilim dalı alanımıza da giren- doku içindeki proteinlerin çalışma şeklini kaç genin belirlediğini öğrendik. Vücudumuzda 22 bin küsur gen çalışıyor. Ama bu bilgilerle de kalmadık, genleri saptamayı öğrendikten sonra başka türlerin de genlerini araştırmaya başladık. Benim ilgimi çeken çalışmalardan biri de Neandertal insanın DNA’sının araştırılıp ortaya konulmasıdır. Bugün bu araştırmalar sonucunda biliyoruz ki bizim genomumuzun Neandartel insanın genomuyla örtüşen birçok yönü var.
Bu sonuçlar ne zaman açıklandı?
2006 yılıydı sanırım. Çok emin değilim ama burada önemli olan kullanılan yöntemdi. Çünkü bu yöntemi çok daha geniş alanlara yayabiliriz. Fakat araştırmaların konuları daha çok araştırmaları destekleyenler tarafından belirleniyor. Kişisel gözlemim bu. Gerçekler bu yönde. “Grant”ı veren araştırmaların konusunu belirliyor, hatta istedikleri sonuçlara yönelik araştırmalara grant veriyorlar. Bu da bilimi biraz bağlıyor. Sanırım ben bu konuda biraz eski kafalıyım. Bilim bilim içindir, merak edilen konular araştırılmalı, kaynaklar buna hizmet etmelidir diyorum.
Bir kaynak ayrıldıysa, ki ben de bu konuları çok işledim, bağımsız ve sınırsız araştırmalara yönlendirilmeli. Ancak grantları artık üniversitelere devletler aktarmıyor.
Evet Amerika’dan da hibelerin kesildiği yönünde haberler geliyor. Bu durumda şirketler ve kapitalin sahipleri sponsor olmayı kabul ettikleri araştırmaların karşılığında bir ürün ve patent istiyorlar. Bu tip olaylar İnsan Genom Projesi (HUGO) sürecinde de yaşandı. Proje resmi olarak bir kanaldan yürürken farklı bir şirket başka bir kanaldan genomu parça parça ortaya koymaya başladı.
Bu tıpkı tohum bankaları kadar önemli. Tarım alanında tohum bankaları ne kadar kritikse, insan genomu ile ilgili araştırmalar da o kadar önemli. Ama bilim, kim grant verirse o yönde gelişiyor. Mesela Afrikalı bir arkadaşım ülkesi böyle bir tohum bankasına sahip olmadığı ve bu konu gelecekte çok kritik olacağı için kendini bu işe adadı.
İşte o zaman da asıl merak ettiklerimizi öğrenemiyoruz, sorular havada kalıyor. Yaratıcılığımız sınırlanıyor. Oysa kendimizi daha serbest hissetmeli ve var olan bilgiyi rahatça kullanabilmeliyiz. Bilgi çok hızlı büyüdü ve bilginin değişmesini içeren 5 yıllık süreç giderek kısalıp değişmeye başladı. O yüzden bilgiyi depolarken bazı noktaları kaçırmış olabiliriz. Sonuç olarak biz bilginin içinden seçilmiş noktaları alıp bir yere yoğunlaştığımızda diğer bilgiler kaybolmuş oluyor.
Neyi seçtiğiniz bile çok önemli bir kriter.
Böylece analiz yapabilme yeteneğimizi de kısıtlamış oluyoruz. Bütün o bilgilerin ışığında hepsini derleyip toplayıp karıp bir hamur yapmak başka bir şey, içinden seçip belirli alanlarda çalışmak ve ‘benim işime gelen bilgi bu’ demek başka bir şey.
Göz ardı edilen bilgi belki de çok önemli. O kadar iyi anlıyorum ki.
DNA konusu için de bu geçerli. Çünkü DNA tekrarlar üzerinden işleyen bir süreç. Dolayısıyla DNA konusundaki yararcı yaklaşım bana biraz uzak geliyor. Bilimde yararcı olmak, hekim olarak insanları tedavi etmek ve insan ömrünü uzatmak birinci hedefimiz ama insanın yararını ön plana çıkarıp insanın çevreyle olan ilişkisini göz ardı ediyoruz.
Hücrelerimiz dışında vücudumuzda taşıdığımız bir mikrobiyota var. İlk tanımlandığında birçok yaşamsal işlevimizi destekleyen ve düzenleyen bu bakteriler yani mikrobiyota insanın hücre sayısının 10 katı deniyordu. 2016’da bu bilgi değişti ve 1.3’e 1 gibi bir oran çıktı. İnsanın hücre sayısı ise 40 trilyon olarak güncellendi.
Bu ilaçların odağında olan bir konu ve bu konuda bir sürü şirket araştırma yapıyor.
Evet onun genomu da araştırılıyor.
Söyledikleriniz o kadar değerli ki… Mesela biz şimdi var olan bilgimize göre seçimler yapıyoruz, yani gelecek aslında bizim vizyonumuzla sınırlı. Basına baktığımızda ise daha çok popüler konuların tartışılıp araştırıldığını görüyoruz.
Vitrine konulan konular var. Üstelik vitrine koymak da zorundalar. Araştırmacılar, bir araştırma yürütebilmek için basına bir şeyler sızdırmalı ki basın onu çarpıcı başlıklarla verebilsin. Çünkü ancak o şekilde konuya dikkat çekebiliyor ve kamuoyu baskısı oluşturabiliyorsunuz. Ama bazen o kamuoyu baskısını oluştururken dikkatli olmazsanız bazı dengeleri bozabiliyorsunuz. Mesela kök hücre çalışmaları kansere çare olmak üzereydi. Ana gazetelerden birinde meslektaşlarımızdan birinin verdiği haber manşete çıktı. Bu güzel bir şeydi. Ama bu haberden sonra hastalar bizi “Babam kanser, siz neden çalışmıyorsunuz? Bakın onlar ne güzel çalışıyor” diye arar oldu. Bir takım dengeleri korumak adına daha dikkatli davranmakta yarar var.
Gen dizilimlerinin ve mutasyonların araştırılmasında önemli bir yerdeyiz diyorsunuz… Bu noktada iki soru akla geliyor, tüm bunlara ne zaman, kim erişebilecek?
Etik çok önemli bir konu ama o etiği belirlerken hangi kulvarda devam edeceğiniz de önemli. Örneğin genom projesinde önemli etik sorulardan biri de şu: İnsanların genlerinde hangi hastalıkların bulunduğu gösterildiğinde sigorta şirketleri o bilgiyi kullanmak isterlerse ya da sigorta poliçelerini o bilgiye göre düzenlerlerse ne olacak? Bu arada ben tüm bunlardan sigorta sektörünün, en az petrol lobisi kadar önemli olduğunu öğrendim. Sonuç olarak bilginin kullanımı bir takım sosyal sonuçlar doğuruyor ve insanların yaşamını etkiliyor. DNA’nın gen editing bağlamında manipülasyonu aslında son derece heyecan verici bir gelişme.
Gen editlemenin tanımını çok basit bir şekilde yapabilir misiniz?
Genlerin hangi işlevleri gördüğünü, hangi proteinleri sentezlettiğini, bozuk ve doğru çalışmayan genlerin hangi hastalıklara sebep olduğunu genom projesi sayesinde az çok biliyoruz. Gen 3 tane nükleik asidin oluşturduğu bir dizidir. O dizilerin doğru sıralanması gen tedavisinin bir uzantısı olarak uzun süredir yapılıyor.
Biz gen tedavisi sırasında bir takım araçlar kullanıyorduk, ancak hasarlı hücre DNA’sının bozuk kısmını çıkarıp doğrusunu koymanın o kadar basit olmadığını gördük. Bunun için vektörler dediğimiz bazı araçlar kullanıyorduk. Bu araçlar insan hücresine en az hasarı vererek, en masum şekilde sızabilen virüslerdi. Ama o virüslerin uzun vadeli sonuçlarını değerlendiremiyorduk. Çünkü virüsler kanserlerin de etkeni olabiliyor ve beklenmedik sonuçlar doğurabiliyordu. Sonuç olarak gen editing çalışmaları zaten yapılıyordu. Ancak sadece erişkin insanların hastalıklı dokularını ilgilendiren hücreler düzeyinde, örneğin kemik iliğindeki hastalıklı hücrelerin genleri üzerinde çalışılabiliyordu. Bunlar lenfosit düzeyini ve özellikle de bağışıklığı ilgilendiren konular.
Yeni çalışmaların bu derece heyecan uyandırmasının sebebi ise tüm bu işlemlerin embriyonik hücrelerde yapılıyor olması. Bizim normal erişkin vücudunda yaptığımız genetik manipülasyonlar çocuklarımıza geçmiyor çünkü.
Ancak olaya başka bir açıdan bakarsak, bugün genetik hasar, bozukluk, ya da kusur dediğimiz genetik özellikler belki de evrim açısından geleceği belirleyecek bir kazanım veya avantaj.
Aslında şuna dikkat çekmek istiyorum. Dediğim gibi, bir embriyolog olarak beni en çok heyecanlandıran şey bu araştırmaların embriyoda yapılıyor olması. Artık yöntem olarak virüs kullanmıyoruz. Hasarlı gen bölgesini çıkarıp ya da etkisiz kılıp kopyasındaki sağlam kısmı replikasyon dediğimiz yeniden oluşturma yöntemiyle oluşturarak sağlam bir DNA dizisi elde ediyoruz. Bunu başardık. Üstelik yüksek düzeyli bir kazanımla. Çünkü bu tür çalışmalar bazen istenmeyen sonuçlar doğurabiliyor.
Bu çalışmalar sırasında kalp büyümesiyle sonuçlanabilecek genetik bir hastalık sağlam genoma sahip bir embriyoda sağlıklı hücreler çoğaltılarak düzenlendi. Mesela meme kanserinin de genetikle çok büyük bir ilişkisi olduğu biliniyor. Özellikle annede meme kanseri varsa, kızında da olma olasılığı çok yüksek deniyor. Bu konudaki en bilinen örnek Angelina Jolie.
Bu araştırmalar meme kanserinin gelecekte embriyo düzeyindeki manipülasyonla düzenlenebileceği umudunu yarattı. Şu an için tabii ki çok erken ve duyduğumuz heyecan doğru bir heyecan ama önümüzde daha uzun bir yol var. Yine de büyük bir basamak atlandı. Bu yüzden de en saygın dergilerden biri olan Nature’da bu gelişmeler yayımlandı.
Sonuç olarak bu araştırmalar kronolojik olarak aşama aşama izlendiğinde HUGO projesinin ve 2007’de James Watson’un genomunun yayımlandığı görülebilir. Böylece spesifik olarak ilk kez bir kişinin gen havuzu ortaya konmuş oldu. Bu sembolik bir anlam da taşıyor ve araştırmaların ciddi bir noktaya geldiğine işaret ediyordu. Bu yöntemler hastalıkları sadece dışardan izlemekle kalmayıp müdahale edebileceğimiz bir süreç yaratabilir.
Aslında bozuk genler ile eşleştikleri hastalıklar hakkında çok fazla şey bilmediğimiz iddia ediliyor. DNA hakkında yeterli şey bilmiyoruz gibi bir argüman var.
DNA’yı artık biliyoruz. Hastalıkların genlerle olan ilişkisini ortaya koyacak bozuk genlerin listesini ortaya koyacak bir çalışma da başlatıldı.
Böyle bir data var mı?
Başladı. Yapıyorlar.
Geçen programda da örnek vermiştim, sizin için çok popüler bir örnek olabilir ama Twitter şirketi hakkımızda ne kadar çok data toplarsa bizimle ilgili elde edeceği bilginin doğruluk oranı da o kadar artıyor. Oysa sizin alanınız veri konusunda çok kısıtları kaynakları olan bir alan. Dolayısıyla böyle bir alanda bu çalışmaların yapılabilmesi çok şaşırtıcı. Çünkü bu çalışmaların yapılabilmesi için bir sürü insandan verisi isteniyor. Herkes bu verilerin peşinde koşuyor, değil mi?
Evet kişisel olarak belki de korumamız gereken veriler bunlar. Cep telefonu numaramızı herkese vermiyoruz, gen havuzumuzun bilgisini neden verelim? Çünkü taşıdığım genlerin farklı bir alanda hiç akla gelmeyecek şekilde bir karşılığı olabilir. Eğer genlerimizi meta olarak düşünürsek DNA bilgisi her alanda kullanılabilecek bir şey. Yine de çok fazla komplo teorisine girmek istemiyorum.
Aslında ben herkese şöyle bir espri yapıyorum: Paylaşmamanız gereken tek veriniz DNA bilginizdir.
Elbette size özgü ve en kişisel veriniz. Kimlik bilginiz. Eşi benzeri yok. Cross match ve embriyonik gelişim sırasında anne ve babanızın genlerinin karışımıyla ortaya çıkmış yeni bir bileşim. Kardeşiniz de bile yok ve o bilgi geçmişte ya da gelecekte neleri etkileyebilecek hiçbir öngörüye sahip değiliz.
Şu anda Washington Üniversitesi’nde sanırım, DNA bilgileri gibi kişisel sağlık bilgilerinin nasıl korunacağı ile ilgili dersler veriliyor. Sıradan bir güvenlikle korunabilecek bir data değil. Çok daha kilit bir data. Bu noktada iki konuyu size sormak istiyorum. Biri “life expectancy” denilen ortalama hayat süresinin uzatılması üzerine. Hatta Google’ın bu konu üzerinde çalışan Calico isimli bir şirketi var. Bu şirket şöyle bir açıklama yaptı. Kanserin çaresi bulunsa bile insan ömrü en fazla 3 veya 4 yıl uzuyor. Ama bizim beklentimiz sanki daha uzun. Bu araştırma konusuna yatırım yapan Peter Thiel gibi isimler de var. Sizin düşünceniz nedir?
Ben size bir soru sorayım. Kaç yaşına kadar yaşamak istersiniz?
Bu tür konularda kafamda çok soru işareti var.
Ya da nasıl yaşamak istersiniz diye sormam gerekir. Bu konularda daha belirleyici olan kıstas budur çünkü. İnsan ömrü görüldüğü gibi zaten epeyce uzadı. 2050 yılına kadar nüfusun yüzde 15’i 65 yaş üstünde olacak deniyor. Yaşam kalitesi de arttı ama neye karşı meydan okuduğumuzu ben çözemiyorum. İnsan bazı konularda fazla küstah davranıyor. Bu konu da onlardan biri. Çalışmalar da onun uzantısı.
Fazla insan odaklı değil mi?
Evet, neden çok yaşamalıyız? Biz daha çok yaşarken kimin ömründen çalacağız?
Ya da bu hak kimlerin erişiminde olacak?
Konu kimlerin erişi olacağı da değil. Zaten insan adaletli bir varlık değil.
Bütün dünya canlı sistemini düşünürseniz bu isteğin bedeli ne olacak? Bu konuya ayrılan kaynak kullanımı ise ayrı bir konu. Şunu kabul etmemiz lazım yaşlandıkça beynimiz sulanıyor. Bu boş bir laf değil, beynimiz zaten su içeriyor ve nöronlar öldükçe yerlerini dolgu maddesi atrofi dolduruyor. O dolgu maddesi de büyük ölçüde sudan oluşuyor. MR görüntülerini karşılaştırdığımızda yaşlı bir insanın 20 yaşındaki bir insana göre beyni çok daha boşluklu ve sulu görünüyor. Eğer ömrü uzatırken beynin sulanması gibi yaşlılığın diğer etkilerini de durduruyorsanız o zaman farkı bir durum. Çünkü hücrenin yaşam işlevlerini de değiştiriyorsunuz demektir.
Hücre yaşlanarak ölmek üzerine tasarlanmış bir şey. Çünkü aslında ölüm korkulacak bir durum değil, fizyolojik bir süreç. Çok yakın bir dönemde hocamız Doğan Anıl’ı kaybettik. Ben kendisini her derste anarım. Felsefi yönü olan bir insandı. Biz asistanlar olarak çok daha heyecanlıydık. Bize çok şey kazandırdı. Şöyle söylemişti; “Kanseri yenmeye çalışıyoruz ama kanser belki de ölümsüzlüğün sırrı. Onu öldürmek yerine anlamaya çalışmalıyız.” Bir kanser hücresi ölümsüzlüğü için nasıl çalışıyor, hücreyi ölüme götürecek süreç nasıl kesintiye uğruyor, nasıl sonsuz bölünme özelliği kazanıyor, niteliklerini nasıl değiştiriyor, açılmaması gereken genler nasıl açılıyor anlamalıyız. Kanser hücresi tüm bunları yapabilmek için etrafındakileri tüketiyor. Yaşayacak ortam kalmayınca da insan davranışına benzer bir şekilde etrafını harap ede ede çoğalıyor. O anlamda ölümsüzlüğü yakalamak için kendi ölü sonumuzu hazırlarken çevreyi de yok ederek çökertiyoruz.
Siz ölümü evrimin bir parçası gibi tanımlıyorsunuz.
Olması gereken bu. Yaşlılık evrime aykırı. Yaşlanıp uzun ömür yaşamak doğru değil. Ormanlarda bile, ağaçlar yanacak ki, yeni filizler gün ışığı görebilsin. Orman o şekilde gençleşiyor ve yeni kombinasyonlar ortaya çıkıyor. Biz bir sürü yaşlıyı aynı genetik havuz içinde tutup yaşa diyoruz. Gençlere ne kalacak?
Size “Singularity University” diye bir gruptan söz etmiştim. “Longevity, Biotech” konusuna yoğunlaşıyorlar. MIT Solve programı gibi. Diğer bir konu da şu, robot teknoloji hızlı bir şekilde gelişiyor. Robotların insanlardan fiziksel olarak çok daha güçlü olacakları ortada. Duygusal alanda da bu konuda araştırmalar yapılıyor. Hong Kong’ta bu tip çalışmalar yapan birini tanıyorum. İnsan ve robot eşit donanımlara sahip olduğunda aralarında yaşanacak bir savaşta robotların bu savaşı kazanacağı son derece yaygın bir görüş. Bu noktada sizce gen alanında yapılan çalışmalarla insanın daha dayanaklı olması için fiziksel özellikleri geliştirilebilir ve daha üstün canlılar yaratılabilir mi? Çok magazinel bir soru oldu ama…
Gelecekte robotlara karşı bir savaşta galip gelecek bir insan yaratalım istiyorsunuz.
İnsanların biyoloji alanına bu kadar yatırım yapılmasının sadece hastalıkların tedavisi için olmadığını düşünüyorum.
Değil evet, sebebi para. Talep. Hiç hasta olmayan biri de uzun yaşamak isteyebilir. Parası vardır. Klonlamada ilginç örneklerini gördük. Dolly klonlandıktan sonra birçok canlı klonlandı. Bunlardan biri de Teksaslı bir zengin bir adamın çok sevdiği kedisiydi. Para ile dönen bir sistemde, bilim adamları da bu araştırmaları para kaynaklarına göre şekillendirmek zorunda kalıyorsa bunlar olağandır. Araştırmacılar gelen talebin başlığını kendi araştırmak isteyecekleri konuları da kapsayacak şekilde biraz değiştirip sonuçları başka bir araştırmanın konusu olarak sunabilirler. Araştırmaların güdümlülüğü konusunda düşüncelerim bu. Robotlar hakkındaki araştırmaları ise biraz science fiction buluyorum. Ama yine de insan yapabileceği şeyi hayal eder derler.
Yıllar önce nöral nötraks denilen alanda insan beyninin imitasyonuyla yapılmış sistemler vardı.
Onlar ayrı bir konu. Tıp dışındaki araştırmacılarla, bilişimci ve mühendislerle konuşuyorum. Yapay zeka konusuna daha hakimler. Kopukluk bilimcilerin o dili konuşacak yuvarlak masaları olmamasından kaynaklanıyor. Çünkü herkes kendi alanı içinde konuşuyor.
Evet Türkiye’de disiplinlerarası çalışmalar yok.
İşin içinde fizik var ve mühendisler biyolojiyi öğrenmeli. Çünkü ileride biyolojinin işleyişi üzerinden yeni ürünlere yönelik çalışmalar yapacaksak o zaman işi farklı pencerelere taşımanız gerekir. O da diğer bilgiyi kendi kafanızda yeniden yoğurabilmenize bağlı. Ya da biri gelip size o bilgiyi çok iyi bir etkileşimle aktarmalı. Ancak o zaman onu bir ürüne ya da senteze dönüştürebilirsiniz. Yoksa lafta kalır.
Son olarak, bu alanda disiplinlerarası bir çerçeve nasıl kurulabilir? Farklı Bakış’ın izleyicisi teknolojiyi takip eden insanlar. Sizin açık gördüğünüz alanlar neler, hangi alanları önerirsiniz?
Bir kere çalışılabilecek çok zengin bir zemin var. Ama o zemin üzerinde etkileşimi artırmamız lazım. Benim de çok üzerinde durmadığım bir konuydu ama sizinle yazıştıktan sonra baktığımda tıp alanında değil de biyo teknoloji alanında böyle bir zemin gördüm. Hücre biyolojisi ve hücrenin değişimi konusu çok önemli. Vücudumuzda 30 trilyon hücre olsa da aslında embriyonik bir hücrede toplam 202 tip hücre var. O 202 tip hücre tek bir hücreyi oluşturuyor. DNA’sında farklı bölgeler doğru yerde ve doğru zamanda açılıp bölünürken biri kas hücresine dönüşürken diğeri damar hücresi oluyor. İşte o süreçte ona müdahale edebilmeyi mühendislik bakış açısıyla nasıl düşünebiliriz, buna kafa yormak lazım. Biz hep kimyasal süreçlere bakıyoruz ama hücrenin de bir çevresi var, ona gönderdiği mesajlar var, insan sosyolojisinden farklı değil. Hücrenin programlanmış bir yapısı olsa da davranışlarını yöneten bir çevreye sahip. O çevreyi mühendislerle oturup nasıl değiştirebileceğimizi düşünmeliyiz. Çünkü bunu değiştirecek yapıların hücre zarı düzeyinde elektriksel potansiyel değişimleri olduğu söyleniyor. Hücre zarı üzerinde farklı bölgeler olduğunu, hücre zarını oluşturan fosfolipid tabakaların bileşiminin iki zar arasında farklılık gösterdiğini biliyoruz. Bunları öğrendikten sonra nasıl manipüle edip değiştirebiliriz mühendislerle oturup konuşmamız lazım.
Dışarıdan bakıldığında veri odaklı çok büyük bir potansiyele sahip bir konu. Aslında yaptığınız bir sürü şey otomotize edilerek hızlandırılabilir. Özellikle biotech alanında.
Evet onlar uğraşıyorlar ama bazen de sürat felakettir.
Hayır sonuçları elde etmek anlamında söyledim.
Anlıyorum. Gelecek açısından benim aklıma gelen şey şu; sanal ortamlar var ve o ortamda hücrenin içi kimyasal süreçleri, organel dediğimiz hücre içi yapıların birbiriyle olan ilişkileri ve çalışma sistemleri oluşturulabilir. Onları sanal ortamda deneysel süreçlere dökebiliriz. O zaman gerçek hücreyi karşınıza almanıza gerek kalmaz. Bu tip bazı çok etkileyici simülasyonlar var. Laboratuvardaki korkunç zahmetli, el bağlayan, müthiş emek yoğun süreci çok kolaylaştırıp hemencecik kurgulayabiliyorsunuz. Birbirimizden çok bağımsız ifadelerle konuştuğumuz için insanlar hücreyi çok net anlayamıyorlar. Mesela Harvard Üniversitesi’nin çok güzel bir çalışması var. Hücre biyologları tarafından hazırlanan bir hücre animasyon klibi. Klibin amacını şöyle ifade ediyorlar: “Kuru kuru anlatınca hiçbir şey anlaşılmıyor. Oysa bütün derdimiz hücre içinde nasıl harikulade bir dünyanın olduğunu gösterebilmek.”
Böyle disiplinlerarası çalışmalar gerçekten çok ilgi çekiyor. Hocam çok teşekkür ederim.
Ben çok teşekkür ederim.
Bu bir ilk program olsun. Konuyu daha genel, çevreyi de kapsayacak şekilde yorumlamanız çok değerliydi. Sayenizde popüler konulardan çok daha sağlıklı bir noktaya baktık. Tüm bu çalışmaların insan odaklı değil de bütün ekosistem için ne anlam ifade ettiğini düşünmemizi öneren yorumunuz çok önemliydi.